Ana Sayfa

Uyku…
(Yokluğun katı hali)

Telefon çalıyordu.

Kalktı, pencereye yürüdü.
(Öğle olmuştu. Tırmanma faslını bitiren güneş, göğün en tepesindeki tahtına kurulmuş kızgın kızgın bozkırdaki şehri seyrediyordu.)

Tül perdenin arkasından yarısı bitmiş güne baktı. Yarısı bitmiş şehre yarısı bitmiş insanlara baktı.

Tül perdenin arkasına baktı. İki kişilik evine; iki kişilik yatağına, hayatına, aşkına…

Baktı.

Telefon çalıyordu.

Mutfağa gitti. Buzdolabını açıp boş gözlerle içini seyretti. Sanki dolaptakilerin hepsini istiyordu.

Ve sanki...

Hiçbirini istemiyordu.

Bir sigara yaktı. Aldatılmışlığın hüznü doldurdu ciğerlerini. Bir sigara daha yaktı.
Paketteki tüm sigaraları yaktı.

Paketi de!

Yıkanacaktı. Yıkandığı zaman tüm kirlerinden, aldatılmışlıklarından, yaşanmamışlıklarından arınıyor gibiydi.

Yıkanacaktı…
(-ki, sokak kapısının yanında. Koridorda, banyoya giden yolda.)

Bir zarf gördü…

O zarfı gördü…

Açtı...

Açıp okumaya başladı:

“SENİ SEVİYORUM; AMA ŞİMDİ DEĞİL!
Kabuslarımızı hep altın tepsilerde görmez miyiz?
Hayatın kıyısında yaşıyoruz; karşı koymak gelmiyor elimizden. Oysa hüzünler, nefretler, sancılar ertelenemez.
(Sevdalar gibi, sevdalar kadar.)
Bitir tüm yarım aşklarını. Aşk, yaşanması gerektiği kadarıyla değil, yaşanabildiği kadarıyla aşktır.
Yalnızlıklarını al, gel. Yalnızlıklarıma dokunmadan gel.
SENİ ŞİMDİ SEVİYORUM!”

Yıkanmadı.

Uyandı.

Telefon hala daha çalıyordu.

Gidip telefonun fişini çekti. Odanın duvarlarında yankılanan ses yarım kaldı.

Telefon çalmaya devam ediyordu.

Telefon defterini yaktı. Telin öbür ucundaki tüm yaşamlar yarım kaldı.
Evden çıkıyordu. Vitrindeki resimlerden kendine ait olanını yüzü koyun yatırdı; üzerine cebinden çıkardığı anahtarı koydu.

Telefon susmuştu...
 


Yukarı

Ana Sayfa