Birisi beni çağırıyordu.
Adımı duydum.
Telefon çalıyordu sanki. Telefon çaldığında açmadan arayanın kim
olduğu bilinemez. Ne istediği; bir şey isteyip istemediği
anlaşılamaz.
Hatırımı soracaktı. Yardım isteyecekti. Müjde verecekti. Aşkını
söyleyecekti. Tuzağa çekecekti.
Hangisi bilmiyordum. Bir tek çağırıldığımı biliyordum.
Diyorum ya!
Birisi beni çağırıyordu.
Bu kesinlikle bir sanrı, bir yanılsama olamazdı. Gerçekti! Çağrının
gerçekliğinden onu kendim yapmış kadar emindim. Hissediyordum ve
hislerime inanıyordum çünkü.
İnanılırsa yalanlar gerçek olur.
Gerçeğimi bulmaya karar verdim. Bu belirsizlikte daha fazla kalamaz,
paranoyalarımda boğulacağım anı bekleyemezdim. Arayıp bulmalıydım. O
hayali telefonu açacaktım.
Birisi beni çağırıyordu.
Dışarı çıktım. Önümde geceden oluşmuş karanlık bir tuval uzanıyordu.
Yağan kar tuvale aydınlık hayaller çiziyordu.
Durağa gittim, bomboştu. Kimsecikler yoktu.
Beklemem gerekiyordu, bekledim.
İlk gelen bir otobüs oldu.
Gitmem gerekiyordu. Nereye gittiğine bakmadan bindim otobüse.
Koltuklardan birine, en arkadakine gömülüp gözlerimi yumdum. Beni
çağıran sese doğru ilerlemeye başladık. Durakları durmaksızın
geçiyorduk. İnen, binen olmuyordu.
Bekleyişimi otobüse taşımıştım.
Birisi beni çağırıyordu.
Adımı tekrar duyduğum an kalkıp inecek düğmesine bastım.
Tren garında durduk.
Gar kalabalıktı, bin çeşit insan vardı.
Seyyar satıcılar, yan kesiciler, insan sarrafları, gönül adamları,
dert babaları, aşıklar, keşler...
Gar kalabalıktı, bir çeşit insan vardı.
İstasyon köşelerinde, otobüs kuyruklarında, meyhane masalarında,
park sohbetlerinde, gazetelerde, dergilerde hep aynı hayatlar
yaşanıyordu. Aynı nefretler, aynı aşklar birbirinden habersizce, bir
diğerine kayıtsızca yaşanıp gidiyordu.
Gardan çıktım. Beni çağıran kimse -her kimse- orada yoktu.
Bulamıyordum. Buradakilerden farklı, hiç yaşanmamış bir yaşantıyı
özlediğim için... Kimi aradığımı bilmediğim için... Aradığım kişi
orada olmadığı için...
Orada yoktu; fakat...
Birisi beni çağırıyordu.
Kalbimin beni götürdüğü yere doğru yürüyordum. Bedenimi havada
ışıltılar saçarak yağan karın sıcaklığı sarmıştı, üşümüyordum.
Işıklı caddelerden, ıssız sokaklardan geçtim. Perdelere yansıyan
televizyon siluetleriyle, inşaat köşelerinde kırılmış şarap
şişeleriyle, gaz lambası ışığında satılan eski süsü verilmiş yeni
kitaplarla karşılaştım.
Gece tekin değildi; bu yüzden güzeldi. Umutsuzluğun içinde umutla
yürüyordum. Korkmuyordum, kar duygularıma uyuşturucu etkisi
yapıyordu. Beyaz aydınlık gittiğim her yerde yalnızlığıma eşlik
ediyordu.
Gele gele bu parka geldim. Kalbimin çizdiği yolun sonu burasıydı.
Gidecek başka bir yer kalmamıştı, buradan çağırılıyordum. Bir kez
daha beklemeye başladım.
Çağıranı bulacak mıydım? O mu beni bulacaktı? O kimdi? Niye
getirmişti beni buraya?
Bekliyordum.
Saatlerce gelen giden olmadı. Hislerim beni yanıltmazdı ama;
çağıranın gelmediği de bir gerçekti. Yanılmış olmamalıydım; üstelik
de kendimden en emin olduğum sefer...
Korktum! Bulamayacağımdan, bulunamayacağımdan korktum. Kendimden
korktum.
Belki de birisi beni çağırmıyordu.
Öyle ya; her arayış bir buluşla sonuçlanmazdı.
Evet, evet. Birisi beni çağırmıyordu.
Ama çağırıyor gibiydi.